Zaten kurgulanmış bir kitaptaki tüm olasılıkları değerlendirerek sonuca yaklaştırır okuru! Pekiyi, ya kainatın kurgusu? Kainatı gözlemleyen bir parçası olduğu bu sistemi hiçbir değişikliğe yol açmadan nasıl inceler?
Kutsal Emanet
Hacer Paçacı
“Epigraf kullanmayın, çünkü yazının içindeki esrarı öldürür!”
Adli
(Epigraf olmaya mahkum epigraf)
“Her metin bir başka metnin sindirilmesi ve biçim değiştirmesidir.”
Julia Kristeva
Bir kitap hakkında yazmak bizi yeni okumalara sevk ediyorsa neden o yazıya epigraf(lar)la başlanmasın ki?
Romanın başlangıcının olması gereken yerde yayınevinin kitabın ilk bölümün çıkarıldığına dair “olağandışı” notu bizi tekinsiz bir kitap okumaya hazırlıyor. Ancak “olağandışı”lık notun içeriğinde, yani yayınevi-yazar ikilisinin okuyucuya ilân ettikleri uzlaşmada değil; aslında romanda karşımıza çıkan kurmaca karakterlerin ilk ikisi olduklarının hissettirmesinde, yani notun kendisinde! (Aynı zamanda postmodern kurmacanın tutkunu okur için mutlak olana daha başında bir sırt çevirme.) Bu not okuru oyuna katılmaya kışkırtan örtük bir davet aynı zamanda. Uyarı bir yandan kitapta yol alırken bu “tuhaf” başlangıcın izini sürmek zorunda kalacağımızı da bildiriyor, bir yandan da Çehov’un asılı duran silahının hiçbir zaman patlamamasının da bir ihtimal olduğunu sezdiriyor. Ne de olsa başlangıcını Tanrısal “bir” ile yapmayan bir yapıtın okurun işini kolaylaştırmak gibi bir derdi olmadığı da açıktır.
İkinci bölüm sinematografik, puslu, dumanlı, alacakaranlık bir meyhanede başlıyor. Üst kurmaca metinlere hazırlıklı olan okur bunu başlangıç olarak düşünmez, çünkü onun aklı hâlâ çıkarılmış olan birinci bölümdedir. Mekânın 1873 yılında bir İstanbul meyhanesi oluşunun kattığı şarki tat, beklentisi pek aynı olmayan okuyucuların buluştuğu bir “lezzet durağı” henüz. Yola hangileri devam edecek? Kitap okurunu seçmekte gecikmiyor: Tahir Usta!
“İnsan önce kendini dünyanın ortasında zanneder evlat, ama sonraları o dünyanın kainatın kuytu bir köşesinde olduğunu anlayıverir.”
Kendi sorusundan önce cevabını bulmuş olan, onarılamaz biçimde ölümlülükle yaralanmış okurun; kişisel varoluşunu sıkıştığı yerden kurtarma içgüdüleriyle boğulan, geçmiş ve geleceğin ortasında kendisi olmayan varoluşlarla hapsedilmiş, sınırlandırılmış, yutulmak üzere olduğu sonsuzluğun ortasındaki dehşetiyle; evet, tam da kendine bir zamanlar sorulmuş olan soruyu yanıtlamış olan okurun kendi sorusunu sorması için cesaretlendiren bir yanıttır bu:
“Ben burada duruyorum ey yazar! Sen nerede duruyorsun? Benim varoluşumu sonsuzluk zincirine iki ucundan tutturabilir misin?”
Tahir Usta bu anlamı taşıyabilecek gibi görünür önce; bilgedir, entelektüeldir ve sırları vardır. Hatta bulunmuş tüm anlamları yıkabileceğini de sezdirir.
“Seni toprağa doğru çeken zamanın ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalı… Ama neyle? Erdemle, şarapla, şiirle…”
Toprağa doğru çekilse de ölümden muaf gibi görünür Tahir Usta ancak bu her gün azar azar alınmış ölümün kazandırdığı bir bağışıklıktır sanki.
Tahir Usta ve Levend Kadıköy’ün sokaklarını geride bırakarak yürüyorlar. Karanlığın içinden eski İstanbul’u seçmek için dikkatle bakan okur Levend’in gözlerini gökyüzünden ayırmaması yüzünden fazla bir şey seçemiyor. Evrendeki mükemmel harmoninin açıklamasını bulmak istiyor Levend. Öyle bir harmoninin içinde evren onu görmezden gelemez. Parmağını kıpırdatması yeter bu entropisi yüksek kainatı kaosa sokmak için. Öyle ki iskambil kağıdından yapılmış bir sarayın birer parçasıdır tümü. Her şey tam da bulunduğu yerde olmak zorundadır. Oysa yıldızın belki de ışığı asılı kalmıştır yalnızca. Çünkü ışığın da hızı sonsuz değildir ve yıldız varlığını bize duyurduktan kim bilir kaç bin yıl önce yok olmuştur ya da varlığını duyuramamış kim bilir kaç sonsuz sayıda yıldız vardır. Demek ki Levend kimilerinin yokluğuna bakıyor. Tahir Usta az sonra bu dengeyi yerle bir edecek birinin inançsızlığı içinde sanki:
“Ne bir denge var ne de iskambil kağıtlarından yapılma bir saray. Hiç aklına gelmiyor değil mi, tüm bunların seninle alâkası olmayan müstakil şeyler olabileceği?”
“Geliyor gelmesine de Tahir Usta, kabullenemiyorum bir türlü… Neden hiçbir şey yerine bir şey var ki?”
Bu soruyu Baudrillard’ın Kusursuz Cinayet de değiştirdiği gibi değiştirmeli miyiz pekiyi?
“Neden bir şey değil de hiç var?” Brecht’in İki Mültecinin Konuşmaları’ndan bir anekdot ekleyesimiz geldi:
“Bir şey istenmeyen bir yerde duruyorsa bu bir karmaşadır. İstenen yerde hiçbir şey yoksa, bu düzendir.” İstenen yerde “hiç”liğin oluşu düzenimizi garantiye alıyorsa bu bizi dünyayı açıklamak üzere hangi cebire götürür? Kurulacak denklemde “Hiç”in eşiti nedir acaba?
Aslında sanki Levend bunu görmezden gelmek için geri adım atıp diğer soruyu soruyor zaten! İnsanlık tarihinin süre gitmesinin en önemli nedenlerinden biri de (belki de birincisi) “hiç”e katlanamaması değil de nedir ki?
Eleğini sönmüş yıldızlara asmış bir deus otiosus, hareketsiz tanrı. Kendini emanet etmek istediği kudret bu mu? “Gökte her gece bir öncekinin aynısıdır, belki biraz sağa ya da sola kaymıştır, ama hemen hemen aynıdır,” diye düşünüyor. Bu onun içini rahatlatıyor bir bakıma. Gökyüzü ona göre konumlanıyor Tahir Usta ne derse desin. O omphalos, dünyanın merkezi…
Mezarlığa geliyorlar ikisi birlikte. Tahir Usta anahtarının cebinde olduğunu söyleyip evini Levend’e emanet edip kendini öldürüyor. Akil’e selam söylüyor ölmeden önce Tahir Usta.
Tahir Usta’nın ölümüyle Levend’in ve okurun evreni de rezonansa giriyor bir bakıma. Sanki Tahir Usta bir notayı sessizce açmıştır da evrenin içinden aynı titreşim Levend’de duyulacaktır. Böyle olacağını da göreceğiz zaten. Roman henüz başında dengeyi sarsacağını vaat ediyor. İnsan evrensel kayıtsızlığın ortasında bir başına, sabun köpüğündeki kürecikler gibi beklenmedik bir yok oluşu yaşamaktansa, yine bir yok oluş ama kozmogoniasının ortasında, kainatın yörüngesini sarsacak bir sona erişmeyi umut eder. Zamanın ağırlığını duymamak için erdem, şarap, şiir bir de yazı vardır okur-yazar için. Umberto Eco’nun dediği gibi; “Yazmak dünyanın yörüngesini sarsmak; yazarın belirsizlikler nedeniyle yanıtlamaktan kaçındığı dolaylı sorguya çekilmesi demektir… öykü, dil ve özgünlük sınırsız olduğundan dünyanın yazara vereceği yanıt da sınırsız olacaktır.” Artık okumak da öyle, çünkü okur da yazar kadar anlatının bir parçasıdır. Her okunuşunda yeniden yazılır roman.
Tahir Usta’nın ölü bedeni üzerinden kozmik denge arayışını sürdürüyor Levend. Yerçekimi denen görünmez kudretle hareketlenmiş ölü beden onda bir çelişki yaratsa da! “Hareket yaşamdır, lafına ters bir durum bu. Hareket var ama yaşam yok.”
Platon-Sokrates okulunun “Her zaman hareket halinde olan şey sonsuzdur, ama başka bir şeyi hareket ettiren, kendisi de başka bir yerden hareket ettirilen şeyin, hareket etmeyi bırakınca yaşamayı da bırakması gerekir,” düşüncesine göre ölü bedenin hareketi ona sonsuzluk bahşetmiyor zaten. Kendiliğinden hareket edebilene özgü sonsuzluk. Bunu ilerleyen bölümlerde hatırlayacak mıyız acaba yeniden? Pekiyi hareketin düzeni korunmalı mı sonsuzluğa erişmek için, yoksa hareket sonsuz ölümlerin toplamı mı sonsuzluk gibi?
Birikmiş kan gölcüklerinden tüten buharlar Tahsin Usta’nın sona ermiş hayatı gibi yükseliyor. Neredeyse bir büyüyü gerçekleştirircesine ölümün ve yaşamın simgesi akan ve pıhtılaşıp kararan kanının ortasında saati de onunla birlikte gömülüyor bir zamandışılığa erişme ihtimalini müjdelercesine. Birinin ölümüne tanık olmanın huzursuzluğu ve yaşamın terk ettiği bir bedenin ağırlığıyla ancak bir doktorun seküler dili ve refleksleri başa çıkabilir belki de –eğer öldüren o değilse– ama ölüm bu dili itmeyi başarır bir biçimde. “Ölümün kendisinden ziyade, onu açıklayan sebep önemlidir,” bu hem ölümün otopsisine alışmış hem de ölümü bertaraf etme alışkanlığı olan birinin cümlesi sanki.
Anahtarı zor buluyor Levend. Sıkı sıkı tuttuğu bu anahtar yalnızca bir evin kapısını mı açacak Levend’e? Ayın yarın daha da küçüleceğini birlikte fark ediyoruz. Ölüm de harmonik ilerleyişini sürdürecek elbette.
Akil ve Levend’in öyküsü var oldukları düzlemlerin paralelliğinde ilerliyor artık! Birisi sokaktaki dördüncü evin kapısını kendisine emanet edilmiş anahtarla açıyor, Akil’i atacakları zindanda da dördüncü kapıyı açıyorlar. Mevlana’dan biliyoruz “dördüncü kapı” nın hakikatin kapısı olduğunu. Hangi hakikate açılacak acaba bu kapılar? Levend’in kapıyı açtığında karşısına çıkan devasa kütüphane yazarın okuruna açtığı bir kapı aynı zamanda. Anahtar yalnız Levend’in değil okurun da eline geçmiştir şimdi. Okur kütüphanede Levend’den bağımsız , metinlerarası bir gezintiye çıkacağını hisseder. Levend’in bulduğu her kitaba el atmak isteriz, hatta ondan habersiz diğerlerine de. Bu kütüphane imgesi okumakta olduğumuz ya da okuyacağımız kitapların arasına bırakılmış bir ayraç gibidir. Yazardan bağımsız alıntılar evreninde kaybolabilir okur; anahtarı ele geçirmekle romanı belki de (yazardan) tümüyle bambaşka şifreleme hakkını da eline geçirmiştir. Sözgelimi Uğur Özakıncı’nın Siyah’ındaki Dördüncü Anahtar’ı okumuş olan onun çağrışımından alamaz aklını; “…hep var olmanın resmini yaptım. Var olanı yeniden yarattım. Var olanın üst yapısını kurdum. Var olanı değiştirdim. Var olanın ışığını, rengini, hacmini keşfettim ama asla bir hiçlik yaratamadım…”
Akil atıldığı zindanın kapısında çıkıyor karşımıza. Altı gün sonra idam edilecek bir mahkum, zamanı ve mekânı sınırlandırılmış bir adam olarak; cihanın kendiliğinden oluştuğunu, bir ihtimal parçacığının gerçekleşmesiyle olduğunu söylediği için zindana kapatılan bir suçlu olarak çıkıyor.
Akil ve Levend’in hikâyeleri dönüşümlü ve giderek geçişimli ilerleyecektir artık. Giderek karakterler öylesine örtüşür ki zaman zaman kimlikler sislenir.
Levend, Tahir Usta’nın evinin kapısından içeri adım attığında dışarıdan üç katlı görünen ama içeride katlara bölünmemiş devasa bir kütüphane bulur.
Orada ilk bulduğu kitaplarda biri “L’etranger-Albert Camus” 1942 de yazılmış, yazılacak daha doğrusu. Mezarlıkta Tahir Usta’yı gömerken içinde büyümüş yabancılaşmayı anımsatıyor, bir de geleceğin ruh iklimiyle ilgili bir kara bir kehanette de bulunuyor. Levend kısa sürede yazılmış ve yazılacak kitaplar evreninde bulunduğunu anlıyor; hem de ilk hallerinin el yazmalarının, ilk baskıların, papirüs ruloların, ağaç, kil, balmumu, taş tabletlerin bulunduğu büyülü bir kitaplık. Gelmişin ve geçmişin tüm bilgisi, olmuş ve olacak olanın, ezel ve ebed olan, kadim bilgi… Yaradılışın başladığı yer… Levend ilk kaynağa dokunan bir inisiyedir, seçilmiştir. Tahir Usta’nın çevirilerine rastlar zaman zaman orada burada. Sonsuz sayıda kitabı olan bir kütüphanede çeviri gibi umutsuz bir işe neden kalkıştığını ilerde öğreniriz kendisinden “Çeviriler çok önemlidir, çünkü kültürün korunmasını sağlar. Bir dili bilen son kişi ölürse o dilde yazılan tüm kitaplar ve kültür de ölür ama çeviriler bu yok oluşu engeller.” Bir yanıyla da tüm dilleri uzlaştırdığı bir Babilonya da kurma gayretinde belki de Usta.
Henüz keşfedilmiş Gılgamış Destanı’nı bile pırıl pırıl bulur ve öğrenir ölümsüzlüğü arayışını.
Akil aynı kurgusal kaderi paylaştığı Borges’in Gizli Mucize öyküsündeki Jaromir Hladik gibi sonsuzluğun şifresini çözmeye, sınırlı zaman içindeki sonsuzluk parçalarına yapışmaya çalışıyordu. “Herkes aslında sonsuza kadar yaşar.” Her zaman diliminin kendi başına sonsuz olduğunu keşfeder, Jaromir’in evrenin kıpırtısızlığında hareketin sonsuzlaştığının farkına varması gibi. Yine de teselli olmaz ölümlerin en marazisine yakalanmış olma endişesine. Levend’de Zenon’u okumaktadır; hareketin ve zamanın tamamen yanılsamadan ibaret olduğunu kabullenmek üzere; ancak hani hareket yaşamdı. Akil mutlaka ulaşmalı bu kütüphaneye ve bu binlerce kitabın yaprakları arasındaki bir harfe, tanrının içinde gizlendiği bir harfe dokunmalı, Jaromir’in rüyasındaki kör kütüphaneci de kılavuzu olmalı! Borges’in ruhunun gezinmediği bir kütüphane tasavvuru olabilir mi artık edebiyatta?
Kaçması için zindanın kapısı açılır Akil’e; ancak bu bir kurtuluş mudur? Zaten erişmişti ölümsüzlüğe bir anlamda: “Benden önce her şey sonsuzdu, sonsuza dek süreceğim ben de…” Akil’in izini sürüp kütüphaneye getirir Levend. Evin kapısının kilitlenemediğini fark ederler. “Bu kapı hep açıktı.” Bu Akil’in sözüdür, Tahir Usta’yı hiç tanımayan Akil’in… Hakikatin kapısı hiç kilitli değildi ki! Levend’in ve Akil’in nasıl bir araya geleceğinden Tahir Usta’nın nasıl bu kadar emin olduğunu ise romanın sonunda öğrenebileceğiz ancak. Levend’in kütüphaneye kendini adayışında bir tekinsizlik hissediyoruz; en az Gülün Adı’ndaki Jorge kadar tekinsiz üstelik. Yaşanan küçük zelzele bu hissimizi katmerleştiriyor. Tarihteki ve edebiyattaki kütüphanelere yapılan göndermelerle de okurun kahini yavaş yavaş mırıldanmaya başlıyor. Belki de o kahin Laplace’ın Şeytanı’dır. Akil’in bilgiyle ilişkisi Levend’e göre daha mesafelidir. “Bilgi özgürleştirir diyenlere bakma sen, o sadece basit bir zincir, sıkı bir tasmadır.”
Her sorunun cevabının alınabileceği “Yeşil Kitap” içinde Levend’in bulabileceği mutlak bir gerçek olmadığı ve kitabın zaten “İnsanlık Tarihi” boyunca tüm sorulmuş soru ve cevaplarla zaten kilitlenmiş olduğunu düşünmektedir. Tarih dışı soru zaten zaman ve mekân dışıdır. O yüzden bu kitaptan cevabı beklenebilecek soru yanlış yazılmış bir soru olacaktır. Akil kütüphanenin sınırsızlığını keşfeder. Bilinenin de bilinmeyenin de bir sonu yoktur.
Zaten kurgulanmış bir kitaptaki tüm olasılıkları değerlendirerek sonuca yaklaştırır okuru! Pekiyi, ya kainatın kurgusu? Kainatı gözlemleyen bir parçası olduğu bu sistemi hiçbir değişikliğe yol açmadan nasıl inceler? Kainat gözlemleyenin durduğu yere göre değişir. Akil ihtimal olmadığı için rastlantı diye bir şey olmadığı sonucuna daha önce vardığı için heyecansızdır belki Levend’e göre… Veyahut şöyle der: “Rastlantı düşük ihtimalli olayların değişebilen sebebidir.” İhtimal yanılsama ise düşük ihtimalin varlığı Laplace’ı yalanlamaz mı? Ölümle burun buruna gelmiş bir insanın çelişkilerini uzlaştırabilme bilgeliği mi bu acaba?
Oysa kainat da durmaksızın genleşir ve büyür. Acaba ihtimal dediğimiz şey evrenin giderek artan entropisinin yaşama ve yok oluşa yönelik eğilimi olabilir mi? Olabilir mi? Canlı hayatın temelindeki inorganik varlık çekirdeği; onun da temelinde varlığın ve hiçliğin garantisi artmış entropi, geriye sarılamayan enerji… Belki de yaşamı ve zamanın sürekliliği kuyruğunu sonsuza dek dişleyen bir yılandan (Uroboros)ibarettir.
Yazarın ve yayıncının kurgudaki uzlaşması üzerine yazıya erken bir ekleme yapmak sürprize haksızlık olacağı için bunu yapmayı edebiyat tarihçisine bırakmak gerek belki de! Yazılı bekleyen bir geleceğin ele geçirilmesi ilk heyecanından sonra Levend’i de bunaltacaktı kuşkusuz. Levend belirlenmiş geleceğin onu sonsuza kadar kaybetmek anlamına geldiğini fark ettiği için edebiyat tarihinin en anlamlı bibliyokost’nu yapar. Bu, Laplace’ın şeytanını öldürmenin simgesidir.
Yazıyı sıradan bir dizi filmde dinlediğim (belki de hayali) bir kısa hikaye ve romandan iki alıntı ile bitirmek istiyorum. Ama öncesinde, acele eden ve kitabın sonunu derhal öğrenmek isteyen okura iki çift laf etmek istiyorum:
- Kitabın sonuna ulaşarak romanı çözebilirsin ancak.
- Kitabın sonuna tüm romanı okuyarak ulaşabilirsin ancak.
Bir mimar bir kütüphane projesi hazırlamış. Proje bitip kitaplar taşındıktan bir süre sonra kütüphane toprağa gömülmeye başlamış. Zira mimar statik hesaplarında kitapların ağırlığını hesaplayamamış.
“Tesadüf diye bir şey yoktur Levend, aşinayı tanımak var. Ne çabuk unuttun.”
“Herkesin gerçeği kendi algısı değil midir en nihayetinde?”