Size Özel Bir Tanrı mı? Reformun Tanrısı mı?

İnsanlık tarihinde hiçbir şey Tanrı kadar kanıtlanmaya muhtaç olmamıştır ve Tanrı, insanlar tarafından, daima kendini kanıtlamak zorunda bırakılmıştır. Her dua aslında bu kanıta zorlayış değil midir?

Tanrı’nın Reformu

19. yüzyıl kutsal kitap metinleri için sarsıcıydı, tıpkı bilim için olduğu gibi. Doğada yapılan her keşif, laboratuvarlardan çıkarılan her icat, bilimi alt üst ederken kutsalı da yerinden ediyordu. 1827’de Charles Lyell’in Jeoloji’nin İlkeleri kitabını yazmasıyla birlikte dünyanın yaşının İncil’de yazdığı gibi yaklaşık 6 bin değil en azından milyonlarca yıl olduğu gerçeğinden artık kaçınılamazdı. Tanrı’nın sanıldığından çok çok daha yaşlı olduğu bilgisi ve Lyell’den etkilenen ve sonra da onu etkileyen Charles Darwin’in 1859’daki Türlerin Kökeni kitabı daha sindirilememişti ki, bu kez 1872’de, arkeologlar Gılgamış Destanı’nı topraktan arındırdılar ve Nuh Tufanı’nın kopya olduğu ortaya çıktı: İnsanların İsa’dan 2500 yıl önce kil üzerine yazdıkları, Tanrı’nın kutsal kitaplarında yazılanların aynısıydı. Ortadoğu kökenli tüm dinlerin aslında Sümer mitolojisinin basit tekrarları olduğunun anlaşılması, tapınak kubbelerinin altındaki boşluğun fark edilmesine neden oldu.

Aslında bilim, dine karşı kanıtların peşinde koşmuyordu. Aksine din adamları, bilimin bulgularının Tanrı kelamına ters düştüğünün yaygarasını koparıyor ve ilgi ister istemez bilime yöneliyordu. Bilim bildiği yolda yürümeye devam etti ancak din adamları yolunu değiştirdi: Laboratuvarlara burunlarını soktular, olur olmaz tüm gazları kokladılar, tüplerdeki her sıvının tadını merak ettiler; elektrik akımlarının içinden geçtiler, santrifüjlere girdiler; atom altı parçacıkları görmeyi Tanrı’nın kendilerine görünmesinden daha çok istediler. Gönüllü laboratuvar farelerine dönüşürlerken her zaman her yer de kanıt aradılar: Tanrı’nın kanıtını.

Tanrı kanıtı

İnsanlık tarihinde hiçbir şey Tanrı kadar kanıtlanmaya muhtaç olmamıştır ve Tanrı, insanlar tarafından, daima kendini kanıtlamak zorunda bırakılmıştır. Her dua aslında bu kanıta zorlayış değil midir? Felaketlerin eseri korku ve kurban geleneği kanıtlara fazlasıyla ikna olunmasının sonucu değil midir? Kendini kanıtlaması beklenen Tanrı aslında son derece bilimsel bir Tanrı’dır.

Ancak din adamları bilimsel olmasa da daima bir kanıtın peşinde olmuşlardır: Gözlerinden kanlı yaşlar dökülen İsa heykelleri, arı kovanındaki Arapça Tanrı yazısı böylesi kanıtlardan sayılmış, sıradan inanalar da bulutlarda Arapça Allah yazısını veya İsa’nın yüzünü bulmak hevesiyle başlarının göğe kaldırır olmuşlardır. Mucizeler tanrıdan değil Tanrı’ya doğrudur; Tanrı’nın dünyevi kanıtları…

Ama artık mucizeler ancak UFO gördüğünü iddia edenler kadar ilgi çekiyor. Futbolda serbest vuruş sırasında topu barajın üzerinden aşırtılıp gol olmaması, basketbol da yarı sahanın gerisinden son saniyede fırlatılan topun basket olmaması mucize olarak adlandırılır oldu. Afganistan’da bir köylünün av tüfeğiyle Amerikan askeri helikopterini düşürdüğü haberine bir mucizeden daha çok inanılıyor. Kıyametin kopacağı tarihi muştulayanlara aldırış eden yok ve hayat devam ediyor. Seçim sonuçları sürpriz değil artık, devrimler bile Kant gibi filozofları değil Bush, Erdoğan, Sarkozy gibi politikacıları heyecanlandırıyor. Tanrı kuşlama yapsa “uçaktan atılmıştır” denilecektir.

Kişileştirilmiş Tanrı

Einstein, bilimsel buluşları ve önermelerinden dolayı tedirgin olan din adamlarının ya da yobazların Tanrı inancına saldırmaktan hiç çekinmemiştir. Çünkü o mucizelerin Tanrı’sına inanmıyordu ve inananların da fanatizmini eleştiriyordu. Bilim adamlarının buluşlarından dolayı Tanrı’nın gazabına uğramasını isteyenler, Tanrı’dan, akıl ihsan ettiği kullarını cezalandırmasını bekleyenler değil midir? Einstein’a görelilik kuramını bulmasında yardımcı olan, her bir kanser hücresine nasıl ölümcül olacağını öğreten, her bir toz zerresinin nereye düşeceğini hesaplayan kişileştirilmiş bir Tanrı, mucizelerin Tanrısı, Lyell’in Darwin’in, Einstein’ın hatta Gılgamış’ın Tanrısı olabilir miydi? Son birkaç yüzyılda bilimde yaşanan gelişmelere ve bu gelişmelere karşısında yaratılan “din” tartışmalarına bakıldığında böyle bir Tanrı’nın bilimle başının belada olması kaçınılmaz. Bununla birlikte bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için ilk önce kolları sıvayanlar yine bilim adamları olmuştur.

Bilim adamlarından Tanrı’ya

Lyell ve Darwin dindar ve inançlı insanlardı. Hatta Lyell, Lamarck’ın biyolojik evrim kuramına karşı çıkmıştı. Darwin ise, “Türlerin Kökeni’ni yazdığımda Tanrı’ya olan inancım bir piskoposunki kadar güçlüydü,” diyecek kadar inançlı biriydi. Ancak bilimle Tanrı’yı karşı karşıya getirme çabasından “bilimsel” olarak sakınan biriydi.

Einstein’ın Tanrısı kitabında Krista Tippett’in bilim ve inanç üzerine sohbet ettiği Darwin’in biyografi yazarı, araştırmacı James Moore’ın dikkat çektiği gibi bilim adamlarından beklenilen genellikle Tanrı’nın cömertliğini, gücünü  ve bilgeliğini kanıtlayacak bulgular sunmalarıdır. Darwin’den beklenen araştırdığı kuşların kanatları arasında Tanrı yazısı ya da sürüngenlerin derisinde bir İsa siluetine rastlamasıydı. Bugün de fizikçilerden beklenen atom altı parçacıkların üzerinde Tanrı’ya ait bir mesaj bulmalarıdır. Ancak size el salladığında inanabileceğiniz bir Tanrı’ya gerçekten ihtiyacınız var mı?

Darwin “bir kırlangıç tarafından yutulan her sivrisineği tam olarak o anda yutulması için tasarlayan ya da bir ağacın altında oturan masum, dindar ve iyi bir insanı öldürecek yıldırımı çaktıracak” bir tanrıya inanamıyordu. Ancak bu Tanrı’ya inanmadığı anlamına gelmiyordu.

Darwin’in, gerek Türlerin Kökeni gerekse İnsanın Türeyişi kitaplarında ilân ettiği doğa yasalarına nüfuz eden bir Tanrı düşüncesine sahip olduğunun Moore tarafından dile getirilmesine benzer şekilde ve benzer bir Tanrı anlayışının Einstein’da da olduğu, kuramsal fizikçi Freeman Dyson ve astrofizikçi Paul Davies tarafından, yine Tippett’ın Einstein’ın Tanrısı kitabında savunulmaktadır.

Einstein’ın Tanrısı

Einstein ve Darwin’in yaptığı gibi kişileştirilmiş bir Tanrı fikrinden sakınmak, Tippett’ın kitabın girişinde savunduğu “kazanan tarafın olmadığı bilim-din tartışmasına” girilmesini önlemeye yönelik bir davet olarak görünüyor ve Einstein’ın Tanrısı kitabı da bu yaklaşımın savunulmasını  benimsetecek kanıtlar sunuyor. Ancak bunlar yazar Kristta Tippet’in tek başına ortaya koyduğu kanıtlar, formüller vb. değil. Tippet birbirlerinden çok farklı uzmanlıkları olan bilim adamlarıyla sohbetler ediyor ve sohbetlerine çok iyi hazırlandığına okuyucuyu kolayca ikna edecek derinlikte sorular soruyor. Görüşme ve tartışma yaptığı bilim adamlarının ve yazarların çalışmalarını ve eserlerini oldukça dikkatli bir şekilde takip edip üzerilerinde yoğunlaşmış olduğu çok açık. Bu da sohbetleri nitelikli ve verimli kılmış.

Görüştüğü kişiler arasında JOHN POLKINGHORNE gibi bir fizikçi ve tanrıbilimci (ilahiyatçı) de var, bir fizikçi ve ateist olan JANNA LEVIN de. Tippet fizikçiler kadar doktorlarla da görüşmüş: Kardiovasküler cerrah MEHMET ÖZ, psikoloji profesörü MICHAEL McCULLOUGH, romatolog ESTHER STERNBERG, klinik cerrahi profesörü SHERWIN NULAND, şair ve klinik psikolog ANITA BARROWS.

Mesleki kimliklerinin dışında Hıristiyan, Yahudi, Müslüman inancından olan ve ateist olan görüşmecilere ek olarak Hint kökenli fizik ve beşeri bilimler profesörü V. V. RAMAN ile de görüşmeyi ihmal etmemiş Tippet. Hinduizm’in sanat ve güzellik kavrayışının ve anlayışının temelde kucaklayıcı olduğunu belirten Raman bu duruşun bilim ve dinin sunduğu farklı bilgi türleri arasında taraf olmaktan kaçınmayı kolaylaştırdığını, buna olanak sağladığını savunuyor.

Aslında Raman’ın bakış açısı kitaptaki diğer görüşülen kişilerin çoğuyla uyum içinde ve geriye kalan iki üç kişiyle keskin bir ayrım içinde de değil. İşte bu noktada kitabın geneline sirayet ettiğini savunabileceğimiz bir yere varabiliyoruz: Tanrı’nın Reformu.

İnancın bilime ihtiyacı mı?

Tanrı inancı olsun olmasın kitaptaki herkesin (Krista Tippett dahil) tanrıya yaklaşımı Einstein gibi, yani tanrısı kişileştirilmiş bir Tanrı değil. Böyle bir tanrı inancıyla Tanrı reddedilmiş olmuyor. Aksine tanrıyı, onu anlamlandırmaya, daha kötüsü kanıtlamaya çalışan yobazlardan koruyor ve bunu yaparken de onlardan gelecek sapkın (heretik) suçlamasına göğüs geriyorlar.  Bilimin Tanrı’ya karşı bir mücadele alanı olmadığını göremeyenlerin, bilimselliği kavramadan bilimden yararlanma hevesiyle Tanrı’yı kanıtlama çabalarındaki küçük düşürücü saçmalık olmaksızın da Tanrı’ya inanılabileceğini savunuyorlar.

Oysa Tanrı’yı bilim yoluyla kanıtlamaya çalışanlar, her yeni buluşu ve keşfi “kutsal kitaplarda da var” yaklaşımıyla ele almakla, aslında, Tanrı’yı korumaya hatta kendilerini bu “muhtaçlığı” giderecek kadar üstün görme hezeyanına kapılmaktadırlar. Dünyanın döndüğünü ya da yerkürenin levha tektoniği kuramını Kuran’ın bir ayetinde geçen “dağların yürümesi” ifadesiyle eş tutanlar, bilimsel bulguların aslında kutsal kitaplarda da yer aldığını savunanlar; bu bilimsel bilgilerin kutsal kitaplarda yazılı olduğu halde insanlık tarafından 1000-2000 yıl boyunca neden anlaşılamadığını açıklayamamaktadırlar. Ayrıca kutsal kitaplara anlaşılamazlık niteliği kazandırmakta, geçmiş dönem yani bilimsel bilginin bulunmadığı dönem boyunca insanların yanlış bir dindarlık içinde olduğunu zımnen savlamaktadırlar. Ancak bilimin edindiği buluş ve bilgilerle anlaşılabilecek bir kutsal kitap, Tanrı kelamı olabilir mi?

Bu soruya uzun bir süre boyunca “evet” yanıtı verilmiştir. Özellikle ruhban sınıfı olan dinler için bu kesinlikle geçerli kabul edilmektedir. Ancak Müslümanlık için de Kuran’ın öyle herkes tarafından anlaşılamayacağı tefsire ihtiyaç olduğu sıklıkla dile getirilmekte ve kişilerin adlarıyla anılan tefsirler okutulmakta, tavsiye edilmektedir.

Herkesin Tanrısı

Ancak Hıristiyanlıkta Protestan Reformu ve ardından (bunun mantıki sonucu) sekülerlik bu yaklaşımı yıkmış ve kutsal kitaplar ulaşılabilir (baskı tekniklerinin gelişmesiyle ucuzluk) ve anlaşılabilir (okuma yazmanın ve eğitimin yaygınlaşması) olmuştur. Artık herkes Tanrı kelamına vakıf olabilir ve kendince yorumlayabilirdi. Nitekim öyle de olmuş, Yahudi ve Müslüman toplumlarda da benzer okuma ve yorumlar yapılabilmiştir.

Artık Tanrı ruhbanların, tefsir ehlinin, azizlerin, alimlerin Tanrı’sı olmaktan çıkmış herkesin Tanrısı olmuştur. O halde Tanrı’yı kanıtlamaya gerek var mıdır?

Einstein’ın Tanrısı kitabındaki bilim adamları, din adamları, şair ve yazarlar kanıtlanmaya ihtiyacı olmayan bir Tanrı fikrine ve/veya inancına sahipler ve hepsinden önemlisi bunun pek çok kanıtını sunmaktalar ve kendi uzmanlıklarına ait örnekler ilgi çekici, hatta kimi zaman da hayranlık uyandırıcı.

Einstein’ın Tanrısı inananlar ve dindarlar için bilim ile yorucu, ezici ve hepsinden önemlisi gereksiz bir tartışmaya sürüklenmekten sakınmaları için çarpıcı bir yöntem ve fikir zenginliği sunuyor. Tanrı herkesin Tanrısı ama aynı zamanda bu topraklarda yaygın ama saygılı bir söylemdeki gibi herkesin inancı kendine, herkesin Tanrısı kendine.

Tanrı inancı karşısında “bilime inananlar” gibi safça ve savunmacı bir gömleği kuşanmaya gerek yok. Bilimin olanaklı kıldıklarından sonuna kadar yararlanan bir kişi, diğerlerinin aksine fikir ve görüşlerine rağmen kendisine bir giysi ya da rengin yakıştığına inanabilir. İstenildiği kadar altın oran, renk uyumu hatta renk kuramı vb. hakkında bilimsel nasihat verilsin o “kendine yakışandan” vazgeçmeyecektir. Tıpkı bu kişi gibi, istediği herhangi bir şeye inananların, tanrıya ya da tanrılara inananların da bilim ile rahatsız edilmemesi gerektiği de vurgulanıyor Einstein’ın Tanrısında. Bilimi savunmak asla vazgeçilemez ancak bunun yolu, yordamı ya da ölçüsü inanca doğruyu göstermekte değil.

Einstein’ın Tanrısı kitabı en önemli soruyu sorduruyor okura: Tanrı’nın reformu mu?

Cevabı da var…

 Özcan Özenett/

Bu yazı  Ağustos 2012 tarihli Mesele Kitap Dergisi’nin 68. sayısında yayınlanmıştır.